Öncelikli olarak eser, bir bütünlük içermesi açısından önem arz etmektedir. Şöyle ki, Risalelerdeki felsefe bahisleri incelikle taranmış; bir manada sadeleştirilmiş ve müellifin kendine has üslubuyla belli bir metodoloji takip edilerek okuyuculara sunulmuştur.
İkinci önemli husus; kitabın felsefe ilmine has olan muğlâklığa kendini salmaması, bir manada yol haritasının önceden iyi belirlenmesi ve okuyucunun değişik bahislerde cümle aralarında kaybolmasına izin vermemesidir.
Müellif, ilk olarak felsefe ile
ilgili temel kavramların önemine binaen felsefe, filozof, hikmet ve
hakîm kelimelerinin lügat ve ıstılah manaları açıklamaktadır. Bu bahiste
kelimelerin açıklanmasının hemen ardından son bir alt başlık olarak
“Bediüzzaman’a göre hikmet ile felsefe, hakîm ile filozof arasındaki
farklar” anlatılmaktadır. Felsefe, filozof, hikmet ve hakîm kelimeleri
eserin devamında gerek iktibaslarda gerekse müellifin yorumlarında
sıklıkla geçmesi hasebiyle ciddi önem arz etmektedir. Bir manada anahtar
olan bu kelimeler müellifin eserini üzerine inşa ettiği dörtlü bir saç
ayağı mahiyetindedir.
Felsefe:
Felsefe kelimesinin aslının filo-sofiya seklinde yazılan bir deyimden
geldiğini vurgulayan müellif, kelimenin bir ilkçağ ürünü olduğunu
aktarmaktadır. Kelimenin bütün dünya dillerine hemen hemen aynı şekilde
intikal ettiğini aktaran müellif, kelimenin bizdeki kullanımının
Arapça’ya intikalinden sonra gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Müellif
“filo” kelimesinin sevgi anlamında “sofiye” kelimesinin ise bilgelik
(hikmet) manasında kullanıldığını kısaca açıklar. Bu izah nispeten kısa
olmakla beraber müellifin bir tercihi olarak göze çarpar. Müellif
meselenin ileriki başlıklarda daha genişçe ele alınacağını şerh
düşmektedir.
Filozof: Müellif,
filozof kelimesini bilgelik sahibi olan kişi diye kısaca açıklamaktadır.
Bu izahta öne çıkan, müellifin kelimenin tarihine daha detaylı
inmesidir. Şöyle ki; kelimenin ilk olarak Pitagoras tarafından
kullanıldığını belirten müellif, Pitagoras’a göre aslında hiç kimsenin
gerçek bilgeliğe sahip olamayacağını, bilgeliğin tanrıların
ihtiraslarından kaynaklandığını aktarmaktadır. Pitagoras’ın
düşüncesinde; filozof olmanın ilk şartının filozofluğu bir meslek
şeklinde ele almanın lazım geldiğini belirten müellif, Pitagoras’tan
önce de “bilge” sofist kelimesinin kullanıldığını özellikle şairlerin
sofist olarak adlandırıldığını aktarmaktadır.
Doğuda filozof kelimesinin
feylesof olarak telaffuz edildiğini aktaran müellif, filozofun
karşılığı olarak genelde hakîm sözcüğünün kullanıldığını ayrıca izah
etmektedir. Müellif iki kelimenin, filozof ve hakîm, tam manasıyla bir
birlerini karşılamadığını da vurgulamaktadır. Bu başlıkta ilgi çeken
husus felsefe ile felsefecinin yani filozofun arasındaki bağdır.
Felsefenin izahı yapılırken ki sıradanlık felsefecinin tarifinde ortadan
kalkmaktadır. Bu bakımdan müellifin hemen kitabın başında felsefeye
(hikmet bilgisi) karşı bir tavrının olmadığı, felsefenin değil
felsefecinin üzerinde durulması inancı taşıdığı anlaşılmaktadır.
Hikmet:
Müellif bu başlıkta Elmalılı Hamdi Yazır’dan alıntılar yaparak tarifler
vermektedir. Şöyle ki: Hikmet; sözde ve fiilde doğruyu bulma.
Varlılıkların özündeki manayı anlama. Sözde isabet etmek, o konu
hakkında gerçek ve doğru hükmü vermek olarak açıklanmıştır. Müellif
hikmetin daha şümullü bir tarifini eserlerden yaptığı geniş alıntılarla
açmaktadır.
Hikmet her şeyin aslı, esası, mahiyeti kâinat ve eşyanın
varlık sebepleri ve maksatları hakkında bilgi sahibi olma. Kısaca
eşyanın perde arkasına muttali olma hikmetin tarifleri içerisinde yer
almaktadır. Bu noktada müellif yine eserlerden alıntıyla Peygamber
efendimizin bir hadisini meseleyi açmak adına aktarmaktadır. “Sizin
görmediğinizi görüyor duymadığınızı duyuyorum. Sema bir tınlayışla
tınladı ki eğer gördüğümü görseydiniz ve bildiğimi bilseydiniz az güler
çok ağlardınız.”
Hikmet bahsi daha sonra ameli ve
nazari hikmet olarak daha da açılmakta ve tarifler verilmektedir. Burada
da iktibaslar yine eserlerden yapılmıştır. Kısaca nazari hikmet: Varlık
ve hadiseleri, birer meşher gibi temaşa etme, bir kitap gibi okuma, bir
senfoni gibi dinleme her zaman eşyanın perde arkasını kollama; fizik ve
metafizik dünyalardaki sırlı münasebetleri mütalaa etme, çözmeye
çalışma ameliyesi, cehdi ve mevhibesi olarak eserlerden iktibasla
verilmektedir.
Ameli hikmet ise; nazari yolla elde edilen ilim irfan,
alaka, münasebet ve kulluk şuuruyla bu meşherin sahibine, bu kitabın
kâtibine, bu koronun idarecisine yönelip ubudiyetle onu aramak, aşkla
şevkle hep ona koşmak, hayret ve dehşetle O’nun huzurunda olmanın saygı
ve mehabetini yaşamak şeklinde bir iktibas olarak verilmektedir. Burada
göze çarpan husus hikmetin, felsefenin bir manada bize ait olan
tercümesi, sathi düşünce veya düşünme ameliyesi olmaktan çıkarılıp,
aksiyon buutlu bir tefekkür olduğu vurgusudur. Bir başka deyişle, hikmet
ameli yanıyla daha bir bütünlük içinde okuyucuya sunulmaktadır.
Müellif
hakîm kelimesini filozof kelimesinin en yakın tercümesi olarak
vermektedir. Lügatlerde akıllı olmak, anlamak manalarına geldiğine
işaret eden müellif hâkim kelimesinin hem Allah’ın hem de Peygamber
efendimizin övdüğü kimse olarak da anlaşılması gerektiğini vurgular.
Zira gerek ayetlerde gerekse hadislerde hikmet sahibi olanın övüldüğü
sarih olarak beyan edilmektedir.
Bediüzzaman’a
göre hikmet ile felsefe hakîm ile filozof arasındaki farklar 12. sözün
birinci esası merkezli olarak açıklanmaktadır. Üstad’ın hikâye ettiği
dindar sanatkâr bir hakîmin isteği olan Kuran-ı Hakim’in manasını
icazına şayeste bir yazı ile yazmak isteği ve buna muttali olması,
Kuran’a harika bir libas giydirmesi, altınla gümüşle süslemesi ve
Kuran-ı pek kıymettar bir -yine üstadın tabiriyle- antikaya çevirmesi..
akabinde bu eseri bir felsefeciye ve bir Müslüman âlime göstermesi ve
eser hakkında birer yazı ile eserin hikmetinin anlatılmasını istemesi,
felsefecinin başta Arapça’yı bilmemesinden, hatta bu kıymetli eserin bir
kitap olduğundan dahi haberi olmamasında zahiri güzelliğine kapılıp
üzerindeki elmaslara mercanlara değer biçmesi, eserini bir mühendis
kimyager veya bir tasvirci edasıyla yazması, onun hangi noktada nasıl
bir hata yaptığını daha geniş manasıyla düşüncede, nazarda, metodolojide
yaptığı hatayı ortaya koyması bakımından önemlidir.
Diğer yanda
müslüman âlimin süslemelere, altına, gümüşe, ehemmiyet vermemesi,
Kuran’ın esas mahiyetine nazar edip onun kainatın bir müfessiri, beliğ
bir tercümanı olmasına, cin ve inse ders veren -yine üstadın tabiriyle-
ne güzel yapılmış ve ne kadar güzel bir surette Saniin cemaline delalet
ediyor dedirten bir kitap olma sırrına muttali olması, hakîm olmanın
filozof olmaktan ne kadar farklı olduğunu anlatma adına enfes bir
misallendirmedir.
Müellif bu misallendirmeden
sonra Üstad’ın felsefe, felsefeci, hikmet ve hakim mefhumlarının
farklarını ne şekilde tefrik ettiğini kendi yorumlarıyla açmaktadır.
Şöyle ki: Felsefenin kâinata eşya ve hadiselere mana-yı harfi olarak
bakabilmesi halinde gerçek manada kendisinden beklenen hakikate ulaşma
vazifesini eda edebileceği.. felsefenin sebepler hesabına meselelere
yaklaşması gibi hususlar kısaca açıklanmaktadır.
Terminolojinin
izahından sonra Batılı filozoflara göre felsefenin tarifi meşhur üç
felsefecinin, Aristo, Sokrat ve Eflatun’un kendi tarifleriyle
aktarılmaktadır. Bunlardan Aristo felsefeyi diğer bilimlerin sebebi
olması zaviyesinden açıklamaktadır: Sanatların sanatı ve hikmetlerin
hikmeti. Sokrat felsefeyi insanın kendini bilmesi; Eflatun ise insanın,
gücü ölçüsünde, ebedi ve külli olan varlıkların hakikatini, mahiyet ve
sebeplerini bilmesi olarak tarif etmektedir.
İslam
âlimlerinin -ki müellif İslam filozofları tabirini kullanmaktadır-
felsefe tarifleri de kitapta batılı felsefecilerinkinden daha geniş yer
verilerek aktarılmaktadır. Müellif Kindi’den, Farabi’den ve İn-i
Sina’dan alıntılar yaparak bir manada doğunun tarihi yaklaşımına izahat
getirir. Şöyle ki Kindi’ye göre felsefe insanın gücü ölçüsünde varlığın
hakikatinin bilinmesidir. Filozofun maksadı gerçeğin bilgisini
yakalamak, davranışının maksadı sürekli fiil değil gerçeğe göre
davranmaktır.
İbn-i Sina’ya göre felsefenin gayesi
nesnelerin hakikatlerine bir insanın vakıf olabileceği kadar vakıf
olmasıdır. Bu bakımdan nesnelerin hakikati meselesi İbn-i Sina’ya göre
felsefenin konusudur. Fakat aklın sınırı olduğunu belirten İbn-i Sina
sebepler ile eşyanın hakikatinin bilinemeyeceğine hükmetmiştir.
İslam
tarihinde felsefeye bakıştan sonra müellif Üstad’ın felsefeyi nasıl
tarif ettiğini, nasıl anladığını yine Risalelerden yaptığı geniş
alıntılarla izah etmektedir. Müellife göre Üstad sistematik bir filozof
değildir. Bu bakımdan müstakil bir felsefe tarifine gitmeyen Üstad,
felsefeyi bir ilim olarak ele alır. Felsefenin zararlı yanlarını ve
etrafa yaydığı zararlı düşünceleri sakındırmak amacıyla felsefeyle
iştigal etmiştir. Biraz önce de değinildiği üzere bu iştigal felsefe
yapmaktan çok zararlı felsefenin özellikle imani meselelerle ilgili
ortaya attığı iddiaları çürütmeye yöneliktir.
Müellif bu başlıkta
Üstad’ın felsefeyi ilm-i hikmet olarak ele aldığı bahislerde felsefenin
daha doğrusu ilm-i hikmetin de Allah’ın Hakim ismine dayandığını yine
Üstad’ın beyanlarıyla okuyucuya aktarmaktadır. Sözler’de “Bir nükte-i
mühimme ve bir sırr-ı ehem” başlığı altında gecen hakikat-i mevcudattan
bahseden hikmetül eşyanın Allah C.C. ism-i Hakim’ine dayandırılması.
Eşyanın hikmetinin ism-i Hakim’in bir tecellisi olması ve bunun hikmet
ilmi ile anlaşılmasının faydasından açılan bahislerle Üstad’ın
felsefenin (hikmet ilmi) de hakikate perde açabileceğinden iktibas yapan
müellif Allah’ın Hakim ismine dayanmayan felsefenin teferruata dalıp
malayaniyatla uğraşacağını ve delalete yol açacağını yine bu iktibasla
okuyucuya sunmaktadır.
Son olarak felsefenin bir manada her ilme öncülük
edebilecek bir sistematiğinin bulunduğunu aktaran müellif ölçülü ve
dengeli olunmaması halinde fayda yerine zarar vereceğini
vurgulamaktadır.
Üstadın akıl mevzuuyla ilgili
yorumlarını aktaran müellif Üstad’ın akla verdiği önemi yine
Risalelerden yaptığı iktibaslarla açmaktadır. Burada göze çarpan husus
Üstad’ın filozofların acziyet içine düştükleri meseleleri rahatlıkla
akli delilerle çözmesi ve izahatlar getirmesi hususudur. Sözler’den,
Muhakemat’tan, Münazarat’tan iktibaslar yapan müellif Üstad’ın akla
verdiği önemi kendi cümleleriyle okuyucuya sunmaktadır.
Bunlardan
Muhakemat’tan aklın sadece Üstad’a göre değil İslamiyet için de ne kadar
önemli olduğunu izah eden paragraf şu mahiyettedir. İslâmiyeti daima
tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız
İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla takallüdü ve
akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede
müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır.
Acaba
görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havâtiminden nev-i beşeri vicdana
havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: أفلا ينظرون ve
فَانْظُرُوا ve أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ ve أَفَلاَ يَتَذَكَّرُونَ ve
تَتَفَكَّرُونَ ve مَا يَشْعُرُونَ ve يَعْقِلُونَ ve مَا يَعْقِلُونَ ve
يَعْلَمُونَ ve فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي اْلأَلْبَابِ .
Üstad’ın
yaklaşımında aklı mutlak hâkim konumuna çıkaran Mutezile gibi her şeyin
üzerinde gören veya bazı sofiye gibi onu bütün bütün azleden bir
anlayışın olmadığını aktaran müellif Üstad’ın takındığı tavrı Gazali’nin
yaklaşımına benzetmektedir.
Aklın vahyin yol göstermesiyle hakikati
bulabileceği gerçeği yine müellifin eserlerinden yapılan iktibaslarla
ele alınmaktadır. Şöyle ki: “Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir
ve dardır. Pek çok hakaike karşı kasır olur. Kavrayamadığından,
“Hakikat değil” der, reddeder.” Müellif bu iktibası açar: Müreccet akıl
tek başına âcizdir, noksandır. Eşyanın hakikatine nüfuz edemez, diyen
müellif onun elinden tutacak ve ulaşamadığı yerlerde onu gezdirecek bir
rehberin gerekliliğinden bahsetmektedir. Bu rehberin de vahiy olacağını
aktaran müellif. Akıl vahye teslim olduğunda kemalini bulacağını
Üstad’ın cümlelerinden özetlemektedir.
Buradan hareketle aklın her şeyi
tartamayacağını yine Üstad’ın Muhekemat adlı eserinden yaptığı iktibasla
açıklayan müellif Üstad’ın her şeyi tartamayan aklı bütün bütün yok
saymadığını, müşahede edilebilir sahalarda geçerliliğini koruduğunu
açıklamaktadır. İktibas yapılan kısım: Aklın şe’ni delil üzere
gitmektir. Evet, akıl her bir şeyi tartamaz fakat maddiyatı ve en küçük
hadimi olan basarın kabzasından kurtulamayan bir emri tartar.
Vahyin
aklı sıkıntıdan kurtardığını ayrı bir başlık altında anlatan müellif
aklın cevap bulamadığı sorulara vahyin rehberlik ettiğini; ölüm ötesi,
insanın yaşlanması ve mahlûkatın birbiri ardına bu dünyadan gitmeleri
vahyin nuruyla telif edilmezse aklın insan için bir beladan başka bir
şey olamayacağını özetleyen müellif vahyin akla yardım etmek ve insanın
elinden tutup eşyanın hakikatine mazhar etmek için verilmiş bir hediye
olduğunu, yine eserlerden yaptığı iktibaslarla belirtmektedir.
Filozofların,
ne kadar akıllı ve zeki olurlarsa olsunlar, kendi akıl ve
hissiyatlarının idrak sahası dışında kalan itikatla alakalı konularda
fikir beyan etmelerinin ve düşüncelerinde isabet kaydetmelerinin mümkün
olamayabileceğini aktaran müellif, Üstad’ın filozofların hadlerini
bilmesi ve aklı aşan konularda yanılabileceklerini ihtar ettiğini
Muhakemat adlı esere dayandırarak nakletmektedir.
Akıl
başlığı altında “Külli Akıl” olarak vahiy bahsini açan müellif İşaratül
İcaz’dan iktibaslar yaparak Üstad’ın külli aklı nasıl anladığını
anlatmaktadır. İktibas şu şekilde verilmektedir. Her ferdin adaleti
idrakten aciz olduğundan külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o
akıldan istifade etsinler öyle külli bir akılda ancak kanun şeklinde
olabilir. Öyle bir kanun da ancak Kuran olabilir. Yanılgılar ve hatalar
külli akıl sayesinde izale edilmektedir. Külli akıl insanın idrak
edemediği meselelere bir rehber olarak ışık tutmaktadır. Bu bahisten
akıl nakil çatışması mevzuuna geçen müellif skolâstik felsefenin
tarifini vermekte ve esas çatışmanın Hıristiyan dünyasında olduğunu
vurgulamaktadır.
Özet olarak yine Üstad’ın Muhekamat adlı eserinden bir
iktibasla akıl nakil çatışmasının neden Hıristiyan dünyasında
gerçekleştiğini, İslamın böyle bir çatışmaya sebep olacak bir anlayışta
olmadığını aktaran müellif Kuran’ın yukarıda da belirtildiği gibi ilme,
mantığa, akla ve hikmete çok önem verdiğini belirtmektedir. Müellifin
Muhekamat’tan yaptığı iktibas şu şekildedir: Kur'ân'ın üslûb-u
hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak
dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı
taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr
nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde
olan teessüs ve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat
üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine
mutabakat ve muhakâtıdır.
Bediüzzaman’ın felsefeye
olan ilgisi daha doğrusu felsefeyle teması yaşadığı çağın gerekleri
doğrultusunda İslami ilimlerle mezc edilmesi ve zararlarının telifi
yönünden ele alınmaktadır. Müellif batı filozoflarının karşısında en
önemli düşünürlerden birinin Üstad olduğu gerçeğini de ayrıca
vurgulamaktadır. Müellif, Eşref Edib’in hatıralardan iktibasla Ferit
Kam, İzmirli İsmail Hakkı gibi insanların derin felsefi meseleleri
Üstad’a sorduklarını anlattığı kısımda, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya
Ülken’den iktibasla Üstad’ın kendine has üslubuyla 1920’li yıllarda
Darül Fünun hocalarıyla felsefi müzakereler yaptığını da aktarmaktadır. O
devrin düşünce adamlarının da -ki bunların bazıları Ferit Kam, İsmail
Hakkı İzmirli, Ahmet Naim, Mehmet Akif Ersoy’dur- Üstad’ın yanına gidip
saatlerce konuştuklarını kendilerinin ifade ettikleri müellif tarafından
eserde aktarılmaktadır.
Üstadın temelde felsefeye
yaklaşımı bir ara fasılla şu şekilde okuyucuya aktarılır: Bediüzzaman
felsefeyi dine hizmetkâr olarak görmekte ve onun kural ve kaidelerinden
istifade etmektedir. Üstad ele aldığı konuları tek düze ele alıp
incelememiş, meselelerin hem ilmi hem akli hem de felsefi yönlerini
irdeleyerek yine aklı ve vicdanı ikna edecek deliller bularak
değerlendirmelerini yapmıştır. Üstad’da felsefe bir amaç değil bir
araçtır. Üstad’ın ağırlıklı olarak felsefeye dair bahisleri içeren
eserleri de müellif tarafından sıralanmaktadır. Bu eserler Üstad’ın eski
Sait diye adlandırdığı döneme ait eserlerdir. 1) Nutuk, 1908 2) Divan-ı
Harbi Örfi, 1909 3) Reçetetül Avam 1911 4) Reçetetül Ulema, 5) El
Hutbetuşşamiye 1911, 6) Münazarat 1911, 7) Muhakemat 1911, 8) Teshisul
İllet 1911, 9) Devu’l Yes 1911.
Müellif, Üstad’ın
felsefi cereyanların etkisiyle kendi devrinde yaşanan ahlaki ve kalbi
çöküntünün ancak bir nur ile tamir edilebileceğine inandığını ve Emirdağ
lahikasından yaptığı iktibasla Üstad’ın felsefeye olan duruşunu
açmaktadır. Üstad’ın “madem ölüm ölmüyor kabir kapısı kapanmıyor”
cümleleriyle başlayan ölümün ehl-i iman için idam-ı ebedi olmaktan çıkıp
bir terhis tezkeresine Kuran tarafından çevrildiğini ve bunun
Risalelerde güneş gibi ispat edildiğini söylediği paragrafta 25 yıldır
hiçbir felsefecinin (Üstad’ın tabiriyle feylesofun) veya felsefi
cereyanın itiraz etmediğini, daha doğrusu edemediğini vurgulaması..
hatta dikkatle nazar eden felsefecilerin Eserlerdeki hakikatleri takdir
ve tasdik ettiklerini aktarması, felsefenin de metodolojisi itibariyle
Üstad’ın metodolojisine tabii olduğunu kanıtlamaktadır.
Müellif
bir alıntıyla Üstadın zararlı felsefenin kendi içindeki çelişkilerini
ortaya koyduğunu okuyucuya sunmaktadır. 11. Lemanın 11.nüktesinin 3.
meselesinde geçen kuvve-i akliyenin fesat ve zulmetinin ifrat veya
tefritten geldiğini aktaran bahis ifrat ve tefride bağlı olarak cerbeze
ve gabavetin felsefenin bir manada yol göstericisi olması hususunu, öte
tarafta hikmetin istikameti ve hadd-i vasatı takip etmesi İslam’ın ve
batının diğer deyişle felsefecilerin ve ehl-i hikmetin temel farkını
ortaya koyması açısından ehemmiyetlidir.
Bununla beraber felsefenin
vahyin hikmetini anlamamasının bir manada dine tabi olmamasının tezahürü
olarak dehriyyunun, maddiyyunun ve tabiiyyunun felsefenin kuvve-yi
akliye dalında; nemrutların, firavunların, şeddatların ise kuvve-i
gadabiye dalında zakkum gibi meyve verdiklerini 30. Sözden iktibasla
okuyucuya aktarmaktadır. Yine Üstad’ın felsefeden sakındırmadığını
Muhekamat’tan yaptığı iktibasla aktaran müellif, Üstadın mutlak manada
felsefenin karsısından olmadığını ilimden çok teferruat ihtiva eden
küfür ve delalete sebep olan felsefeye karşı ciddi bir tavır takındığını
söylemektedir. Muhakemat’tan yapılan iktibas su şekildedir: Evet, eski
hikmetin hayrı az, hurafesi çok; zihinler istidatsız, düşünceler taklit
ile sınırlı ve avamda cehalet hâkim olduğundan, selef bir derecede
hikmetten nehyettiler. Fakat ona nisbetle şimdiki hikmetin hayrı çok,
yalanı az; düşünceler dahi hür ve toplumda bilgi ve eğitim hâkimdir.
Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.
Müellif
yine başka bir alıntıyla Üstad’ın felsefe ve Kuran arasındaki ilişkiyi
şu şekilde aktarır. Felsefe yani ilm-i hikmet Cenabı Hakk’ın Hakim
ismine dayanmakla hakikatini bulup kemale erer hakikat olur. Felsefenin
gayesi hikmet-i Kuran’ı anlamak ve yaşamak olmalıdır. Üstad açıkça
felsefenin bir araç olarak kullanılabileceğine işaret etmektedir.
İnsanın gayesi de iman, marifet ve neticede muhabbetullaha ulaşmaktır.
Onu bu yola ulaştıracak da ilim ve duadır. Onun içindir ki ilimler
insanı marifet ve muhabbete götürmelidir. İlimlerin gaye ve maksadı bu
olmalıdır. Müellif bu noktada 23. Sözün 1. mebhasından 4 cümlelik bir
iktibas yapmaktadır: “Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla
tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey
ilme bağlıdır. Ve bütün ulumu hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve
ruhu marifetullahtır. Ve bütün üssu’l-esası da imanı billahtır.
Eserde
yapılan felsefe ile alakalı iktibaslarda dikkati çeken bir husus
Üstad’ın misallendirmeler ile meseleleri örgülemesi, aklın mantığın
kolayca anlayabileceği kabullenebileceği bir tarzda Risalelerde
neşretmesi hususudur. Üstad’ın kullandığı misallerde geçen sembollerin,
okuyucunun karmaşık gibi duran bir meselenin -ki özellikle felsefenin
alanını da ilgilendiren meselelerin- çok rahat bir şekilde anlaşılmasını
sağlayacak günlük hayattan alınan misaller olduğu görülmektedir.
Üstad’ın felsefi sorulara verdiği cevaplarda geçen yol, yolcu, yön,
askerlik, teçhizat, mahlûkat, mesafe, araçlar vs başlı başına ele alınıp
değerlendirilmesi gereken konulardır.
Üstad’ın
kendi tabiriyle eski Said devri dediği dönemdeki felsefe yaklaşımıyla
yeni Said dediği dönem arasındaki farklar kitapta değinilmese de şöyle
bir özetle ifade edilebilir: Üstad’ın ilk döneminde de son döneminde de
çizgisinden ayrılmadığı muhakkaktır. Özellikle imani meselelerde
devrinin çok büyük isimlerinin dahi sarsıntılar yasadığı bir hengâmda
hiç sarsılmadan felsefe kaynaklı cereyanların karşısında durmuş, onlara
karşı bir manada savaşmış denilebilir. Peki, önceki Said ile yeni Said
arasındaki felsefe cihetiyle fark nerededir.
Bu eserden âcizane
çıkarılabilecek iki fark vardır denilebilir. Şöyle ki: Üstad’ın eski
Said olarak siyasi cereyanların devrin karanlığına bir çare olabileceği
ve bu yönde yapılacak hizmetlerin âlem-i İslam’da toptan bir diriliş
gerçekleştirebileceği inancı ve hizmetleri malumdur ve Üstad tarafından
da dile getirilmiştir. Bu bakımdan siyasetin bir çare olabileceği inancı
Üstad’ın eski Said dediği devirde bir araç olarak kabul edilmiş ve
felsefeden gelen zararlı fikirler bu cihetten ele alınmıştır. Bir başka
değişle felsefenin hedefindeki imanın ve imani meselelerin savunulması
âlem-i İslam’ın dirilişinde çok önemli bir yol kabul edilen siyaset ile
eş zamanlı olarak götürülmüştür.
Yeni Said döneminde ise esas problemin
iman zayıflığı olduğu hususu, imanın yine Üstad’ın tabiriyle saadet-i
dareyni kazandıracağı gerçeği, Üstad’ın eserlerinin tamamını iman
esasları üzerine kendine has bir metodolojiyle yazması gerçeğidir. Bu
bakımdan Üstad, Kuran’ın da bir tefsiri olarak kabul edilen
külliyatında, hikmeti hem bir metodoloji olarak kullanmış, hem zatında
önem atfetmiş, hem de felsefenin kelime karşılığı olarak vermiştir.
Felsefeyi ise genel olarak zararlı yönleriyle ele almış, zaman zaman da
felsefe metodolojisini müsbet manada kullanmış ve yine bir manada iman
hizmetinde vazifelendirmiştir.
Son olarak,
müellifin eserlerden iktibasla verdiği kısa ama çok manalı cümlelerle
kitabın mahiyetini özetleyebiliriz: Kuran’ın irşadı umumi, felsefenin
hususidir. Nübüvvetin nazarı vahdete ve ahirete bakar; felsefenin nazarı
esbaba ve tabiata bakar. Kuran hem nazari hikmeti hem ameli hikmeti
nazara alır; felsefe ise yalnız nazari hikmeti esas alır.
Kitap Adı :Bediüzzaman’a göre felsefe; Akıldan istifade mi istifa mı?
Özetleyen :Erkan Acar
Yazarı :Mahir Şahin
Dili :Türkçe
Yayınevi :Şahdamarı Yayınları
Sayfa Sayısı :191
. *********************************************************** İçerik Hakkındaki Yorumlarınızı : Aşağıdaki Yorum Gönder Bölümünden Yapabilirsiniz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder